Tek parti dönemini boyunca Milletvekilliği yapan gazeteci yazar Falih Rıfkı Atay, “İrtica ile (İslam’ı kast ediyor) boğuşmanın, istilayı (işgali) söküp atmaktan daha lâzım (gerekli)  ve zor olduğunu belirtmek isteriz. Onun içindir ki, Kurtuluş savaşındaki (10 bin) can kaybının 50 kat fazlasının irtica ile savaşta verildiğini hatırlatmak gerekir” Derken 500 bin vatandaşın irticacı gerekçesiyle etkisizleştirildiğini (yani yok edildiğini, öldürüldüğünü) itiraf ediyor. (F.Rıfkı Atay Eski Saat, S. 330)

Bütün bu etkisizleştirmeler İstiklal mahkemeleri kararları ile yapılıyordu. Bu mahkemeler  iktidara muhalefet eden kişileri tutuklama aracına dönüşmüştü.

Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez gibi milli mücadelenin önemli paşaları da güya Atatürk’e suikast girişimi ile suçlanarak tutuklandılar. Kazım Karabekir Ankara’daki evinden İsmet Paşa’nın çayına gitme davetiyle alınmış ve İzmir’deki mahkemeye götürülmüştü. Mahkemeye çıkıncaya kadar Emniyet Müdürlüğünde yerde tahtakurularının arasında yatırılmıştı. Duruşma sırasında yaşanan olaylar ise tarihe geçecek nitelikteydi.          

Kurtuluş savaşının en önemli ikinci komutanı kendi kurduğu devletin mahkemesine çıkarılmıştı. Mahkeme salonu subaylarla doluydu. Hâkim Kel Ali,  Karabekir’e savunma için ayağa kalkmasını istediğinde; mahkeme salonunda bulunan subaylar da onunla birlikte ayağa kalkmıştı. Kel Ali buyurun, oturun ikazlarına karşın subaylar oturmuyordu. Kısacası ordu mensupları kurtuluş savaşının büyük komutanını yalnız bırakmamıştı. Sonrasında  Karabekir’in oturun işareti ile subaylar yerlerine oturmuştu.

Mahkeme salonunun üstünden uçaklar alçak uçuş yaparak Karabekir’in suçsuz olduğu yönünde kâğıtlar atıyorlardı. Sonuçta paşalar beraat ettiler ama Atatürk’ün ölümüne kadar- siyasetten uzak durmak zorunda kaldılar. Sürekli gözetim altında tutularak yaşamlarına devam ettiler. (Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor)

Mahkeme başkanı Kel Ali, Kazım Karabekir’in tutuklanmasını engellediği için başbakan İsmet İnönü’yü tutuklamaya karar verir. (Şu şımarıklığa bakar mısınız? Adam başbakanı tutuklamaya kalkıyor) Atatürk engellemeseydi İnönü tutuklanacaktı.

(Atatürk'ün ölümünden sonra İsmet Paşa'nın hışmına uğramamak için adeta gözden kayboldu. “Demokratlar”ın iktidara gelmesinden sonra ortaya çıkabilmiştir. Kılıç Ali, Atatürk''ten sonraki dönemde maddi açıdan zor günler yaşar. Bütün birikimi eriyip gitmiştir. Celal Bayar'ın desteğine rağmen Menderes, Kılıç Ali'nin Meclis''e girmesine sıcak bakmaz ve engeller. Kılıç Ali 1971''de İstanbul''da öldüğünde neredeyse unutulmuş bir isimden ibaretti.”

İstiklal Mahkemelerinin kapanışlarından bir gün önce Atatürk’le İnönü arasında şu konuşma geçer: İnönü “ Paşam, İstiklal Mahkemesi'ni Demokles’in kılıcı gibi elinizde tutmayı ne zaman bıkacaksınız?” (İnönü’nün bahsettiği Ankara İstiklal Mahkemesidir) (Kel Ali, Kılıç Ali; Necip Ali. Bu Ali'lerin 3'ü de hukukçu değildi. Yılmaz Karakoyunlu kitabında; Cellâdın adı da Ali idi der. (Keskin’li kara Ali)

İdam kararları, TV ekranlardaki gibi Skeç rahatlığında verilirdi

Samet Ağaoğlu “Babamın arkadaşları” adlı kitabında anlatır. Sanık sandalyesinde doğuda bir ilçenin telgraf memuru var. Suç delili olarak isyan sahnesinde arkadaşına çektiği şu telgraf: “Din uğrunda hazreti Hamza’nın yanına gitmeye hazırım” Babamın arkadaşı (Ali Çetinkaya / Kel Ali. Bu kişi Ak Parti kapatma davasında kapatılsın diye oy kullanan Anayasa Mahkemesi başkan vekili Osman Paksüt’ün dedesidir) gözlüklerini burnunun ucuna indirdi ve “Demek hazreti Hamza’nın yanına gitmeğe hazırsın! Peki, yarın sabah orada olacaksın.”

Monarşiden Cumhuriyete geçen Türkiye; Hukukun üstünlüğü, insan hakları, demokrasi gibi kavramları konuşabilmek için çok yüksek bedeller ödedi. Tek Parti döneminde devletin otoriter yapısı, 1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat 1997 darbelerinde tamir edilmiştir. Devlete her seferinde  “bürokratik oligarşik format atılmıştır. (kısaca atanmışların seçilmişlere tahakkümü) ” Biraz daha açarsak; Bu biçimlendirme sonucu devletin denetim ve yönetimi milletten çıkarak atanmışların bulunduğu üst kurullar ve kurumlara geçer. Atanmışlar ise seçilmişlere baskı yaparak kendilerinin kalıcılığını sağlarlar. Bu sistemde sadece iktidara gelen partilerin ve liderlerin ismi değişir fakat bürokratlar kalıcılığını sürdürür.

Sabiha Sertel hatıralarında Halk Partisi'nin önde gelen mebusu Mazhar Müfit Kansu'nun ağzından nakleder: “Halk Partisi neden demokratik bir seçime gitmiyor, halkın oyuna başvurmuyor?” dedim.  Mazhar Müfit bu soruya adeta kızdı. “Siz ne zannediyorsunuz” dedi. “Bu halka seçim hakkı verirsek, Meclis'e kimler gelir bilir misiniz? Hacılar, hocalar, şeyhler...”

Bunlar CHP’nin silemediği (halkın hafızasına kazınmış) sabıkalarıdır

Bu dönemde güç zehirlenmesi yaşayan, kibir abidesi (kraldan çok kralcı) bürokrat kimlilikler vardır. En güzel örneklerden biri de “Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz” diyen 1929-1946 Ankara valisi Nevzat Tandoğan’dır. Bu vali ve belediye başkanı olan zat, Said Nursi’nin başındaki sarığı zorla alıp, yerine pis bir şapka koymak ister. Bediüzzaman şu cevabı verir “Bu sarık bu başla birlikte çıkar… Başından bul!”

Gerçekten de vali Tandoğan başından bulur, 9 Temmuz 1946 da tabancasını şakağına dayayarak intihar eder.