Sevgili okurlar varolan her şeyin bir hikayesi vardır. Hepimizi hepimiz yapan, bizi biz, beni ben yapan hikayedir. Ve bütün eğitimlerimde tekrarladığım gibi bir şeyi kıymetli yapan onun hikayesidir.
Hadi kendi hikayenizi düşünün. Sonra en yakınlarınızın, en sevdiklerinizin hikayesini... 
Hikayeniz nasıl? Başı, sonu?
Okunur mu? Heyecanlı mı? Peki finali? Değiştirmek ister miydiniz hikayenizi?
Siz bunları düşünmeye başlamadan önce ben size yüreğimden gelen bir hikaye yazacağım. Varoluşun hikayesini!
Hepimizin hikayesini, kulak verin hikayeme...
Bin yıllardır insanoğlunun kafasını kurcalayan tek gerçek soru varoluş ve yok oluştur.
Bütün doğumlar sancılıdır. Kadim uygarlıklarda sancılı olmayan doğumlar, doğum olarak kabul
edilmez.
Bütün doğumlar kaostan, büyük bir karmaşadan ve kıran kırana bir savaştan sonra meydana gelir.
Bedelini ödemediğiniz canın ömrünü süremezesiniz.
Bir zamanlar sen beni duymazken, ben seni görmezken, tanrı parçalarını yer yüzüne göndermeye
karar verdiğinde evrende derin bir sessizlik hakimdi. Gözün gözü görmediği bir karanlıkta ve sonsuz bir
boşlukta yaşam, yaşama umudunu aramaktaydı.
Birden bütün evreni kulakları sağır edercesine bir gürültü sardı. Ortalıkta bu depremden zarar görecek
ne bir canlı ne de patlayacak bir kulak vardı. Ama evren sallanıyordu adeta. Buna yaratıcıdan başka hiç
bir şahit yoktu. Yaratıcının bir rivayetine göre eğer insanoğlu varolmuş olsaydı zaten o gün yok olurdu.
Sarsıntı toprak ve yeryüzü parçaları.... Üstümüze döküldü yeryüzünün ayak ve bacakları...
Yıldızlar ve göktaşları tek seyircisiydi bu yok eden varoluş patlamasının...
İnsanı parça parça edecek büyük bir gürültüden sonra dünya, kara delikten dünyaya düştü. Biz yere
çakıldı sandık ama o, bütün kadim hikayelerde olduğu gibi kendini buldu.
Sonra ani ve hazin bir sessizlik.
Bu sessizliğin ışığında mevsimler geçiyordu. Sessizlikten doğan sessiz bir acı ve umut bu hikayeye eşlik
ediyordu.
O büyük patlamadan sonra hava, su, toprak ve ateş barıştı. Dünyanın göbeğinde kocaman bir okyanus
oluştu. İşte yaşamın başlayacağı yer... İnsan ırkının döllenmeye başlayacağı yatak... İnsanın kokusu
hissedilmeye başladı suyun dalgalarında...
Sonra bir gün, bir gece ortalık sessizce birbirine karıştı. Dalga sesleri etrafa korku salıyordu. Toprak
sustu, ateş pustu. Hava kesildi, yıldızlar seyredaldı.
Uzun saçlı, beyaz tenli, esmer giyimli, iri gözlü bir kadın sudan doğmaya başladı. İnce ince, ilmek ilmek
işlenerek doğdu...
Ortalık acı, ortalık kanrevan. Ama her yer umut... Ama her yer nefes. Gökyüzünden dünyaya indirilen
ruh, beden buldu gözlerimizin diyarında...
Kulakları sağır eden bir çığlıkla doğdu insan!
Ve kadın doğruldu, toprak varoldu.
Asıl doğuran sudan doğdu...
Sonra büyük bir zıplayışla varoluşa doğru yok oldu. Suya gömüldü. Kadın suya dönüştü! Kadın
yeryüzündeki su oldu. Kadın varoluş oldu. Kadın doğumun kendisi oldu!
Kadının zıplayarak dünyada yarattığı varoluş depremi, etrafa sıçrayan sularla yeryüzündeki savaşı
başlattı.
Açlık, barınma, aşk bunların hepsi için savaş gerekliydi. Savaştılar. Herkes savaştı! Toz toprak, kan
gövdeyi götürdü!
Savaşlar devam ederken kıran kırana....
Erkeklerle kadınlar savaştı, zenginlerle fakirler savaştı, güzellerle çirkinler savaştı. İnsanlar insanları
azalttı!
Bu varoluş savaşında savaş devam ederken, bir kadın ve bir erkek bu karmaşanın içinde birbirini
gördü.
Gördü ve mevsim değişti. Sanki yaralar kapandı, acılar dindi.
Kalakaldı kadın ve erkek.
Herkes savaşırken onlar birbirine doğru yol aldı.
Onlar birbirine yaklaştığı anda güneş heyecanlandı ve bayıldı.
Bir aşk ezgisi ruhlara nefes verdi.
Güneş küstü, barıştı.
Küstü, barıştı.
Küstü, barıştı.
Giderek hızlanan bu karmaşa
Güneşi yok etti!
Aşıklar yüzyıllarca güneşin tekrar doğumunu bekledi.
İnsanoğlu sevdanın bedelini ödedi Güneş'e...
Ve bilinçsizce daha O gün sahip oldu sevdaya...
İnsanlar düştü ve güneşle tekrar topraktan filizlendi...
Bütün sebepler bir oldu yine insanı doğurdu!
Güneşi gören ruhlar filizlenerek kalktılar. Büyüdüler büyüdüler, yakınlaştılar.
Yakınlaştıkça kızdılar. Kızdıkça kıskandılar.
Erkekle kadının savaşı başladı!
Erkekler erkeği kadınlar kadını vermedi, çekiştirdi. Sonra güç dengesiyle yer değiştirdiler, kadın
erkeklerin içine erkekler kadınların içine düştü, düştü, düştü. Kadınlar erkekleri anlamadı, erkekler
kadınları...
Erkekler kadını sahiplenmedi. Kadınlar erkekleri...
Kadın ve erkek mutsuz oldu.
Bu savaş yüzyıllarca sürdü...
Kadınlar ve erkekler yorgun düştü.
Her şey bitti derken bir gün, harman yerinde, toprak sıcakken, buğdaylar rüzgarda salınırken aşkın
gücü kadına ve erkeğe hatırlatıldı.
Kadın ve erkek usulca, birbirinin kokusuna doğru yürüdü yürüdü yürüdü ve sihirli dokunuşlarla
birbirine karıştı.
İnsanlık buna kızdı, insanlık buna söylendi çünkü insanlık korktu! Aynı şeyleri yaşamaktan güneşin
küsmesinden, toprağın sessizliğinden korktu! İnsanoğlu hep açlıktan, insanoğlu hep kaybetmekten
korktu!
Kendini bulan kadın ve erkek birlikte kaçtı, kaçtı, kaçtı.
İnsan kendinden kaçar mıydı?
İnsanoğlu kendi gibilerden kaçtı kaçtı kaçtı!
Kıyıda köşede ortada birbirine karışmaya devam eden kadın ve erkek büyük bir çığlıkla tekrar sudan
doğurdu!
Yine bir varoluş depremine şahit olan insanlık korktu korktu ve geri çekildi.
Doğumun gücü ve cesaretin vücut bulması karşısında kalakaldı.
Ve böylelikle büyük bir çığlıkla tekrar sudan doğuş gerçekleşti...
Kadın, kendinden kendini doğurdu ve göğe yükseldi...
Doğuran ve göğe yükselen kadına herkes sonsuza dek eğildi...
Ve yeryüzünde kalan "yeni doğanın" katıksız ve çırılçıplak ağlaması kulaklarda bir ses yüreklerde bir
umut pırıltısı...