İki Yahudi bir araya gelse şirket, 

İki Türk bir araya gelse devlet kurar.

(Çin atasözü)

Altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu İttihat ve Terakki eliyle altı yılda savaşa sokularak yıkılmıştı. Yeni devleti kurmamız (birinin ölümü, diğerinin doğumu) aynı tarihlerde olmuştur. 23 Nisan 1920 tarihinde toplanan meclis, 29 Ekim 1923 tarihinde de Cumhuriyeti ilan etmiştir. Bu tarihten itibaren de Türkiye tam 27 yıl muhalefet denetimi olmadan tek parti ile yönetilmiştir.

İkinci dünya savaşından sonra dünya ABD önderliğindeki demokratik ülkeler ve Rusya önderliğindeki (SSCB)  sosyalist ülkeler olarak iki ana oluşama ayrılmıştı.

O dönemde Stalin, Türkiye’den toprak istemiş, boğazların statüsüne değiştirmek istemiş, saldırmazlık anlaşmasını da tek taraflı olarak feshetmişti. Bu durum Türkiye’yi batı bloğuna çok daha hızlı bir şekilde sürükledi. Batı baştan isteksiz olsa da Sovyetleri güneyden perdeleyecek tek ülke biz olduğumuz için şart koşarak evet dedi. İleri sürülen şart “Hür dünya içinde yer almak için yönetim şeklini batı standartlarına göre değiştirme şartıydı( çünkü Türkiye’de İtalyan faşizmine yakın görüntü veren bir tek parti yönetimi vardı ki savaşın galipleri Hitler ve Mussolini gibi faşistlerin ülkelerini yenmişti)                                                                             

Atatürk döneminde iki kez deneme yapılmıştı (Kazım Karabekir başkanlığında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 17 Kasım 1924’te kurulmuş, 6 ay 18 gün sonra 5 Haziran 1925 tarihinde kapatılmıştır. Ali Fethi Okyar’a Atatürk’ün teşviki ile kurdurulan Serbest Cumhuriyet fırkası ise 12 Ağustos 1930 tarihinde kurulmuş, 95 gün sonra partiyi kapatması istenmiş o da 17 Kasım 1930 tarihinde partisinin fesih dilekçesini vermiştir.” Özetle her iki denemeye de CHP yaşama hakkı vermez.

Yukarıda söz ettiğimiz Serbest Cumhuriyet Fırkasının Aydın il teşkilatını Adnan Menderes kurmuştu. Parti kapanınca CHP’ne geçmiş ve ihraç edildiği 1945 yılına kadar CHP milletvekili olarak (tek parti dönemi) görev yapmıştı.

Bizim çok partili sisteme geçişimiz, bizimkilerin engin demokrasi görüşünden değil yukarıda belirtildiği gibi batı bloğunun ileri sürdüğü yönetim şartları gereğidir. 2000’li yıllarda nasıl ki AB ile ilişkilerimizde ha bire uyum yasaları çıkardıysak o günde batıya uyum için zorunlu olarak çok partili siyasal sisteme geçtik. Hatta NATO’ya girişimiz 1952 olsa da (Menderes dönemi) ilk müracaatımız 1949 (İnönü dönemidir)

Kısaca özetlersek; Seçimler 1947 yılında yapılması gerekirken bir yıl önceye alınmış ve 1946 yılında seçimler yapılmıştı. Açık oy gizli sayımla seçim resmen çalınmıştır. (Kenan Evren de bir TV konuşmasında “1946 seçimlerini DP kazandı ama devlet olan CHP seçimi çaldı” demiştir)

Tarihçi yazar Mustafa Armağan’ın 1946 seçimleri için aşağıdaki tespitlerini nakletmek istiyorum. İsmet İnönü seçim için şu itiraf dolu açıklamayı yapmıştı: “Bu seçimlerde yapılan hilelerden haberim olmamıştır. Başbakan ve İçişleri Bakanı’nı çağırdım. Kim yaptı, kim yaptırdı, diye sordum. Haberleri olmadığını söyleyip reddettiler. Sonra İçişleri Bakanı istifa etti ve seçim hilelerinin vebali Parti’nin üzerine kaldı. Seçim hileleri bizde eski bir hastalıktır. Tek Parti zamanında bile bu hastalığı önleyemedik. Hatırlarım, bir defasında İstanbul Valisi bir seçimden sonra gelip anlatmıştı: Sandıklar açılmış, oylar sayılmış ve Kâzım Karabekir’e 2 oy çıkmış. Durumu Ankara’ya bildirmiş. Ankara ‘Bu iki oyu imha et’ diye emir vermiş. O da imha etmiş.”                    

Demokrasimizin bir ayıbı olan 1946 seçimleri için Eski CHP senatörü Sırrı Atalay’ın anılarından bir alıntı. Kendisi 46 seçimlerinde Diyarbakır Lice’de savcı yardımcısıdır. Oy sandığının başına gider. Bakar ki masada sadece CHP oy pusulaları var, halk da sessizce bekliyor. Diğer partilerin oyları nerede? Diye sorar. Memur çekmeceden çıkarıp uzatır. Bunun kanunda yeri yok!  Deyince; Vatandaşın dili çözülür. O da bir şey mi derler ve zorla oy kullandırmalardan, gelmeyenlerin oylarının başkalarına kullandırılmasından şikayet ederler. Hatta karakolda 3-4 gencin dayak yemekte olduğunu söylerler. Suçları, masada diğer partilerin oy pusulalarının bulunmasını istemekmiş. İçeri almış, bir de dayak faslı geçmişler. Sırrı Atalay gençleri serbest bıraktırır. İki gün sonra bazı kadınlar yakınlarının jandarma tarafından seçim günü tutuklandıklarını, sıra dayağı çekildiğini ve karakolda tutulduklarını haber verirler. Savcı koşar ve ifadelerini alıp hepsini serbest bıraktırır. (Bir Ömür Politika,1986.) Maalesef tek parti dönemi dendiğinde Jandarma çok şeydi çok.

Yıllardan 1946, aylardan Eylül’dür. Demokrasi tarihimizin ilk tek dereceli genel seçimi yapılalı iki ay olmuştur. “Cumhuriyet gazetesi sahibi Nadir Nadi”, Mersin Asliye Ceza Mahkemesi’nden bir celp kâğıdı alır. Duruşmaya çağrılmaktadır. Suçum ne? diye araştırınca şaşırtıcı bir gerçekle burun buruna gelir. Meğer 21 Temmuz 1946 seçimlerinde muhabirleri Mersin’de “bir CHP görevlisinin cebinden çıkardığı bir tomar zarflanmış oy pusulasını herkesin gözü önünde sandığa attığını görmüş”  haber de ertesi günü gazetesinde çıkmıştır. Sandık görevlisi mahkemeye başvurmuş ve işin ilginç tarafı gazeteyi mahkûm ettirmiştir! Yolsuzluğu yapan değil, haber veren suçludur  (Perde Aralığından 1991, s. 301-302.)

Bu günlere kolay gelinmedi;  horlandık, itildik, kelepçelendik, dipçiklendik, hulasa hakkı yenenlerdik. Ne diyordu Atilla İlhan ulan Ankara ben senin oğlun değil miyim / kasketimin altında tepeden tırnağa bozkır gönlümde ıslık ıslık bir türkü çağrılır / ellerim kazma kürek ayaklarım toz duman ne han hamam sahibiyim ne apartıman / hepsi bana bakıyorlar fakat fena bakıyorlar besbelli gözlerinde hergelenin biriyim /  adamdan sayılmıyoruz kuşkuları var iki yanımda iki polis ilk defa kelepçeliyim.                                                                                

Haftaya Menderes dönemi ile devam edelim inş.