Kıymetli okurlarım. Nasıl doğuyorsak ölüm de yaşamın bir gerçeği. Yunus Emre’nin dediği gibi, Ana rahminden indik pazara, bir kefen alarak döndük mezara. Veya Montaigne’nin dediği gibi, dünyaya geldiğimiz andan itibaren bir taraftan yaşamaya, bir taraftan ölmeye başlarız. Önemli olan bu süre içerisinde acı çekmeden, sağlıklı bir şekilde yaşamak, bu süreyi mümkün olduğunca sıkıntı çekmeden uzatmak ve yine sıkıntı çekmeden ölmektir.

Antioksidan madde oksitlenmeyi yani paslanmayı önleyici etkilere sahip olan maddelerdir. Demir nasıl havanın oksijeni ile temasa girip zamanla paslanırsa hücrelerimiz de metabolizmamızın işleyişi sırasında ortaya çıkan oksijen radikalleri denilen maddelerin etkileri ile paslanırlar. Bu olayın tıbbi adı oksidatif strestir. Daha ayrıntısına inersek oksidatif strese yol açan atomlar bir elektrondan yoksun olup bu elektronu tamamlamak amacı ile başka bir atoma saldırarak onun elektronunu çalma eğilimindedir. Bu nedenle saldırı hangi vücut dokusunda gerçekleşiyorsa orada bir bozulma süreci başlamış olur. Kısacası doku kalitesini yitirmeye başlar. Kalp damar sistemindeki bozulmalar, kanserli hücrelerin oluşması, Alzheimer, romatizmal hastalıklar ve erken yaşlanma gibi durumlar bu bozulmaya birer örnektir. İçeride oluşan bu serbest radikallerin haricinde dışarıdan gelen kötü hava, sigara dumanı, aşırı unlu ve şekerli gıdalar, trans yağlar ile beslenmek, güneşin ultraviyole ışınları, katkılı maddeler, ağır metaller, enfeksiyonlar, çok ağır işler gibi faktörler de oksitlenmeyi sağlarlar. Özellikle kan şekerinin yüksek olduğu durumlar vücuttaki paslanmayı en çok arttıran hallerin başında gelmektedir.

Eğer bu kadar oksitleyici maddeler kaşısında bizler yeterli antioksidan almaz isek o zaman sıkıtılar başlıyor. Vücudumuz mükemmel bir işletim sistemine sahiptir. Buna insan eli ile yapılmış hiçbir bilgisayarın yanaşması bile mümkün değildir. Hücrelerimiz oksitlenmeye karşı bazı antioksidanları üretirler. Bunlardan en bilineni ve incelenmiş olanı glutatyondur. Ancak öyle bir zaman gelir ki içeride yapılan antioksidanlar oksitleyici maddelerin sayısının fazla olması karşısında yeterli olmaz. Bu durumda dışarıdan bol oranda antioksidan almamız gereklidir. Bu aldığımız antioksidanlar serbest radikallerin boştaki elektronunu tamalayarak onların zararlı etkilerini önler ve hücrelerimizin bozulmamasını sağlarlar. Yaşlandıkça antioksidanlara ihtiyacımızın daha da artacağı unutulmamalıdır.

A, C, E vitaminleri ve özellikle sebzelerden aldığımız flavonoid molekülleri çok iyi incelenen ve etkinliği kanıtlanan antioksidan moleküllerdir. Her besin farklı oranda antioksidan içerir. Bu içerik ORAC olarak adlandırılır (Oksijen radikallerini absorbe etme kapasitesi). Örneğin baharatlar güçlü birer antioksidan kaynağıdır. Ancak içerik olarak baktığınızda en güçlü olanı (bazı kaynaklara göre) sumak ve karanfildir. Monica H Carlsen imzalı bir çalışmaya göre antioksidan kapasiteler ABD Tarım ve Gıda Örgütü tarafından sınıflandırılmış ve tablolara dökülmüştür (İnternetten elde edilebilir).

Sumak, karanfil, tarçın, zerdeçal, kakao, keten tohumu, kekik, kahve, nane, ceviz, fasulye, mercimek, enginar, kırmızı ve kara biber, nar, elma, berry grupları, lahana, domates, marul, roka ve diğer yeşil yapraklılar gibi bir çok bitki kaynaklı gıda içerisinde antioksidanlar boldur. Antioksidanlar sadece bitkisel kaynaklarda bulunmaz. Örneğin E vitamini, A vitamini, Alfa-lipoik asit sakatatlarda, etlerde ve yumurtada bulunabilmektedir.

Kimi kaynaklara göre bilinen en güçlü antioksidan melatonin hormonudur. Uyku anında vücudumuzda salgılanmaktadır. Karanlıkta salınır, aydınlıkta salgılanması biter. En tehlikeli oksitleyici radikallerden olan hidroksil iyonunu bağlayıcı özelliğe sahiptir. Ceviz gubu bitkilerde de bulunduğu belirtilmektedir. Görme özürlü kişilerde toplumun diğer kesimlerine oranla daha az kanser görülmesinin bir nedeni de budur diye bilinmektedir.

Kıymetli okurlarım. Buraya kadar olan yazıdan beslenme ve uykunun yaşamımızda ne denli önemli olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Geç saatlere kadar uykusuzluk çeken ve hazır gıdalar ile beslenenlerin sayısı arttıkça ömür kalitesinin azalacağı aşikardır. Oysa özellikle gençlerimiz ve çocuklarımız şimdiden okyanusun tehlikeli dalgalarına yelken açmış gidiyorlar. Hedefi olmayan yelkenliye hiçbir rüzgarın fayda vermeyeceğini bilmeden. Doğru değil mi?